Irrelevant
The 8 Show
Squid Game 'den sonra bu tür oyunlu dizilerin benzer lezzeti vereceğini düşünmüyordum. Fakat bu dizi gerçekten çok başarılıydı (o yüzden zaten ilk defa bu sayfada kitap olmayan bir şey hakkında yazıyorum) .
Bu tür diziler insanın büyük ödül için birbiriyle yarışmasını konu alır. Yarış kurallarının yer yer çok sert olduğu için ilginç gelir. Belli bir noktada yarışanların esas birbirlerine yaptıklarının öne çıkar. Bu açıdan bakınca belli bir şablonu takip ettiği için sıkıcı da gelebilir belki insana. Ama bu dizilerde yarış ve yarışla ilgili olan olaylar ile aslında gerçek dünyanın modellendiğini veya en azından çok büyük benzerlikler olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan bu dizi de beni çok etkiledi. Squid Game kadar ünlenir mi bilmiyorum ama benim gözümde en az o kadar iyi. Hatta gerçek hayatın modellenmesi açısından belki bir tık daha iyi.
Aynanın İçinden
"Lakin hayat bir düşten başka nedir ?" kitabın son cümlesi bu. Bunu okuyunca mutlu oldum ve rahatladım. Masal olarak bilinen bir kitap içinde hiç masallarda olmasını beklemeyeceğimiz kompleks bir anlatım vardı. Ben de yazarın hayattaki bazı olay/örüntülerini rüya gören bir kızın gözünden üstü kapalı anlattığını düşünyor ama tam da anlayamıyordum. Bu son cümle ile bence kesinlik kazanmış oluyor.
Alice bu seferde bir aynanın içinden harikalar diyarına geçiş yapıyor. Bu dünyada da işler biraz tersten akıyor. Belki benim kişisel yoğunluklarımdan belki kitabın özelliği olabilir ikinci kitap takip etmesi zor bir kitap gibi geldi bana. Bazı yorumlar okuduğumda yazarın aslında İngilter'deki bazı kuralları eleştirdiği gibi bir yorum okudum. Mantıklı geldi çünkü bu ikinci kitapta da rüya akışı olduğu için peşi sıra mantık akışı izlemeyen olaylar oluyor (en azından bana mantıklı gelmediler). Bu olaylarda gerçek dünyada bazı şeylerin anlatılmaya çalışıldığını hissettim ama tam ne olduğunu anlayamadığım yerler oldu. Belki bu İngilter'deki bir takım durumlardan bahsediliyorsa anlamamış olmam normal tabi.
Kitabı, oğlumun sahnede beyaz tavşanı oynadığı gösteriye cebimde götürmüştüm (olur da beklemek gerekirse diye genelde kitap götürürüm bu tür etkinliklere). Oğlum tam sahnede ne canlandıracağını anlatmadığı için daha önceden konuşma fırsatımız olmadı. Ama gösteriden sonra sorduğumda Alice Harikalar Diyarında masalını bilmediğini anladım. Sınıf arkadaşları da bilmiyordu. Sonra şunu merak ettim, "Alice Harikalar Diyarında" nasıl oluyor da masal olarak algılanıyor. Oğlumla birlikte kitaba uygun şekilde hazırlanmış bir video izledim.
Gerçekten aslında masal olacak tek özelliği Alice'in büyümesi küçülmesi gibi gerçek hayatta olamayacak şeylerin olması. Halbuki masallar bir şeyler anlatır, bir mesaj verir çocuklara. Alice'de masal olarak bir mesaj olduğunu düşünmüyorum. Konu ile ilgili bir araştırma videosunda yazarın kitabı Alice isimli bir kıza masal olarak anlattığı daha sonra çocuk bunu çok beğendiği için kitaplaştırdığı belirtiliyor. Hiç sanmıyorum. Baya güzel tasarlanmış, (gerçi rüya teması olduğu için konular arası geçişte çok büyük bir bağlantı olması gerekmiyor) daha farklı bir kitap olduğunu düşünüyorum. Ama kesinlikle bir çocuk masalı değil.
Alice Harikalar Diyarında
Çok değişik bir kitap daha. Alice Harikalar diyarında bize çocukken okunmuş veya izletilmiş önemli bir hikayedir. İşin içinde beyaz tavşanlar konuşan kediler vs olunca çocuklar için olduğu düşünülmüş olsa gerek. Neyse ki çocuk olmadığım bir zaman diliminde tekrar okudum. Sanırım Post-Modern Sanat kavramı hakkında konuşurken ve ya okurken "insanın beynini meşgul edip sorular sordurtan ve ne olduğu ilk başta tam anlaşılmayan" gibi bir anlamı olduğunu öğrenmiştim (bunu yazarken herhangi bir kaynaktan teyit edemedim). Bence Alice Harikalar Diyarında bu kavrama çok uygun. Genel olarak herkesin bildiği gibi bir rüya veya masal içinde geçiyor hikaye. Bunu okuyucuya o kadar güzel bir şekilde benimsetiliyor ki bir yerden sonra olup biteni sorgulamaktan çok bakalım ileride ne gariplikler olacak gibi düşünmeye başlıyor insan. Bence çocuk kitabı kategorisinde değerlendirilmesinin bir sebebi de bu olabilir. Oysa ki bence hayat ve insanların yaşadığı duygu ve düşüncülerin parça parça çok soyut biçimde özetlendiği bir kitap. Tüm bölümleri isimlendirmiyorum ama yaşananlar hep bir yerlerden tanıdık geliyor. Hani birini görürsünüz tanıdık gelir ama adını çıkartamazsınız ya biraz onun gibi . Bu yüzden ilk fırsatta acaba Alice Harikalar Diyarında Psikoloji eğitiminde geçen bir kitap mı diye araştırmak niyetindeyim :).
Beyaz tavşanın arkasından aşağıya uçuş ve sonrasında Alice'in kapılarla dolu bir odaya girişi. Küçük kapıyı merak etmesi, o sırada büyümesi küçülmesi ama hep aklında o küçük kapının kalması, hatta çok büyüyüp de giremeyecek hale gelince ağlayıp odayı göle çevirmesi vs bana hep insanın arzusunun peşinden gitmesi ve giderken yaptıklarının ileride başına dert/zorluk açmasının anlatıldığı hissini verdi. Tüm bölümleri bu şekilde özetleyemiyorum ama dediğim gibi hep tanıdık gelen durumlar oldu. Aklımda kalan başka bazı örnekler: Alice aslında diğer hayvanlardan çok daha büyükken ve aslında o dünyanın hiyerarşisine uymak zorunda değilken ve üstelik bunun da farkındayken yine de kendine söylenen/emredilenleri yapması. Kontrolsüz biçimde büyüme/küçülme durumları yaşadıktan sonra farklı kekleri yanına alıp gereğinde büyüyüp gereğinde küçülmeyi becermesi. Sırıtan kedinin sadece başı göründüğü bir sırada (ki bu kedi kendi başına acaba neyi temsil ediyor büyük bir soru işareti) Kraliçenin herkese dediği gibi "kafasını kesin bunun" demesi ve Alice'in sadece kafası olan bir kedinin acaba kafası kesilebilir mi gibi düşüncelere dalması. Alice'in dost olduğu fareyle konuşurken kedisi Danih'dan "çok iyi fare avlar" diyerek farenin kaçmasına sebep olması. Bunlar gibi bir sürü hayat durumu sanki kitapta özenle bir araya getirilmiş.
Kitapdaki diğer bir özellik ise hikayelerin yarım kalması veya sonunun olmaması. "Bir kuzgun neden masaya benzer ?" bilmece olarak soruluyor ama soran da bilmiyor ve boş veriyor. Veya Sahte kaplumbağa hikayesini anlatmaya okul yıllarından başlıyor ama sonrası bilinmiyor nasıl gerçek kaplumbağa olmaktan çıktı vs.
Beni en çok düşündüren ise kitapta geçen şiirler ve anlamları. Muhtemelen bazı şeyleri ifade ediyordur ama anlamak kısmet olmadı :) (bunun için ek bir kitap okumayı düşünüyorum). Ama görüp de merak ettiğim başka şeyler de oldu. Mesela Alice kitabın başından beri "ben dünkü ben değilim" diyor. Çok büyüdü çok küçüldü vs ama bunun dışındaki bir değişimden de bahsediyor. Ayrıca Harikalar diyarındaki karakterler ile aynı dili konuşuyor (bu olmasa zaten kitap olmazdı muhtemelen o yüzden o kadar önemli değil belki) ama daha garibi Alice daha önce hiç görmediği karakterlerin isteği üzerinde bazı şiirler okuyor / şrkılar söylüyor. Burada şaşırtıcı iki durum var bence ilki Alice bunları aslında hatırlayamadığını ve yanlış söylediğini belirtiyor. SAnırım bu hatırlamamayı bir gün önceki Alice olmamasına bağlıyor. Ama bence daha garibi diğer karakterler de bu şarkı/şiirleri biliyor olsa gerek ki yanlış söylediğini onaylıyorlar. Burada garibime giden bu kadar farklı bir dünya ile Alice'in eski dünyası arasında ortak şarkı/şiirler olması. Burada da muhtemelen yazar bir mesaj veriyor ama tam bunu da çözemedim sanırım.
Son notlar: 2010 yapımı olan filime başladım, 1951 yapımı olan çizgi filme de baktım. İkisi de kitapdan farklı ilerliyor. 2010 yapımı olan zaten hikayeyi bir kahramanlık hikayesinin parçası olarak kurgulamış. 1951 yapımı olan ise kitaba biraz daha benzer ilerliyor ama onun başında da zaten Alice'in ikinci romanı olan "Aynanın İçinden" ile birlikte harmanlayıp film yaptıklarını söylüyor o yüzden o da tam bir uyarlama değil. Filmleri izleyip Hikaye'yi bildiğinizi düşünmeyin yani :)
Mezarınıza Tüküreceğim
Okuduğum en ilginç kitap ve anlatımlardan biriydi. Bence Boris Vian dahiyane bir yolla anlatmış derdini. Derdi neymiş derseniz bence "Zencilerin maruz kaldığı ayrımcılık ve bunun sonucunda doğan hınç ve öfke". Ama kitapta bu konuyla ilgili 3-5 cümle dışında pek bir şeygeçmiyor. Onun yerine "dahiane" dediğim bir yol buluyor. Nedir diyecek olursanız cinsellik ve bununla ilgili detaylar üzerinden gidiyor (Boris Vian'ın adını ilk olarak "Ferhangi Şeyler" oynunda duyan biri olarak bu beni çok şaşırttı. Boris Vian'ı çok daha felsefe yüklü şeyler yazan biri olarak tasvir edip hiç okumayı düşünmemiştim bile).
Şu anki değerlendirmem is şöyle: Belki sizin de hayatınızda belli bir grubun maruz kaldığı haksızlık/kötü muamele gibi şeyleri birine anlatmayı denemişsinizdir ve görmüşsünüzdür ki anlattığınız kişiler eğer birebir bu durumlarda kalmadıysa genelde durumu kabul etmeme veya olayın abartıldığını söyleme yoluna gider. Boris Vian bence bunun önlemini ve bu durumdaki insanın doğal öfkesini anlatmak için Cinselliği kullanıyor. Çünkü kimse cinsellik ve dürtülere itiraz etmez, yaşadığı için gayet doğal ve normal gelir.
İşte kahramanımızda önceki hayatından anladığımız bazı olumsuzluklarla yeni bir şehirde yeni bir hayat başlar. Sonra bazı insanlarla arkadaşlık ve cinsel ilişkiler kurmaya başlar. Kitabın ilk çeyreğine yakın bölümde anlarız ki kahramanımız beyaz tenli bir zencidir ve ailesindeki siyah derililer büyük acılar çekmiştir. Olay kahramanımız ve iki kız kardeş arasındaki ilişki ve cinsellik teması üzerinden giderken birden kahramanımız zenci akrabalarının intikamını bu kızlardan almaya kalkar. Bence bu kısım dahiane çünkü o ana kadar herşey normal gençler arasındaki aşk oyunları gibi giderken birden intikam işin içine giriyor. Bence Boris Vian burada "siz de benzer durumda kalsanız en büyük dürtülerinizi bile bastıracak bir intikam duygusu taşırdınız" diyor alt metinde. Buradan da aslında zencilerin maruz kaldığı sıkıntının büyüklüğünü neredeyse yaşanan olaylardan hiç bahsetmeden okuyucuya geçiriyor.
Bu arada Boris Vian kahramanın intikama yönelik duygularından ne kadar az bahsediyorsa cinsel detaylardan çok bahsediyor. Okurken bir ara çevredekiler gelip "ne okuyon bakiim" diyip okumaya başlasa ne kadar zor durumda kalabileceğimi düşündüğüm satırlar var kitapta :).
Dorian Gray'in Portresi
Bu kadar bilindik bir hikaye ile ilgili bu kadar şaşıracağımı hiç tahmin etmezdim. Daha çok bu eseri yazan kişi nasıl yazmış acaba diye düşünerek okumaya başlamıştım. Ama o kadar çok soru işareti ve şaşkınlıkyaşadım ki. Şöyle sıralayayım.
Henüz önsözü okurken o kadar büyük laflar o kadar büyük ifadeler okudum ki, önsözü çevirmenin yazdığını düşünerek "ya arkadaş herşeyi sen mi biliyorsun" diye geçirdim içimden. Meğer önsöz Oscar Wild'a aitmiş.
İlk iki bölümde Dorian, Lord Harry ve Ressam Basil karakterleri geçiyor. Aralarındaki etkileşim ve konuşmalar bana "bunlar birbirlerine aşık herhalde" dedirtti. Buradaki esas şaşkınlığım romanın 1891'de yazıldığını biliyordum ve o dönemlerde eşcinsel ilişkilerini İngiltere'de de hoş görülmediğini ve cezalandırıldığını duymuştum (2. Dünya savaşını neredeyse çözen Alan Turing'e bunu yapan İngiltere 1890 larda bunlara ne yapmaz ki).
İlerleyen bölümlerde Dorian bir kıza aşık olunca da şaşkınlığım arttı, acaba ben "okuduklarımı yanlış mı yorumladım" diye şüpheye düştüm bu sefer. Ne var ki, romanı bitirip Oscar Wilde 'ın ve romanın basım hikayesini okuyunca yanlış anlamadığıma karar verdim. Bu noktada önemli bilgiler: 1. O.W. bu romanı bir deriye bölüm bölüm göndermiş ve dergi editörleri sansürleyip yayımlamış (sansürsüz versiyonunu merak ediyorum ama bulmaya uğraşırmıyım bilmiyorum). 2. O.W. hayatına bakınca çok sayıda eşcinsel birliktelik var (hatta biri evliyken oluyor ve eşi öğrenince ayrılıp kızlık soyadını geri alıyor) 3. Wikipedia da ki bilgilere göre "Ona göre ilişki panterlerle ziyafet çekmek gibiydi ve tehlike zevkin yarısıydı "
Hikaye'de beni şaşırtan şeylerden bir şuydu, sanırım bir çizgi film uyarlamasından aklımda öyle kalmış bir noktada şeytan Dorian Gray'e bir tekifte bulunacak ve o da kabul edecek gibi düşünüyordum. Halbuki hiç böyle bir durum yok. 16-17 yaşlarında bir genç olan Dorian, kendisine ve güzelliğine iltifatta bulunan kişilerin gazına gelip keşke yaşlanmasam gibi bir dilekte bulunuyor. Bu açıdan bakınca 16-17 yaşlarındaki tek bir dilek ile hayatın bu kadar etkilenmesi bana biraz acımasız bir bakış açısı gibi geldi. Hangimiz o yaşlarda garip garip şeyler dilememişizdir ki. Ama Şeytanın olmaması veya açık bir anlaşma olmaması bence çok güzel bir nokta. İnsana farkında olmadan aldığı kararları sorgulatıyor bence.
Şeytan demişken, kitaptaki en Şeytan vari karakter bence Lord Harry. Oscar wilde kitap'ta çarpıcı ve provoke edici fikirleri iki şekilde dile getiriyor. Bunların nadiren Dorian'ın aklına gelen dışardan duyduğu fikirler gibi gösteiyor, genellikle bunları Lord Harry'e söyletiyor. (Çok var ama bir tanesi: çok sigara içiyorum bunu azaltmam lazım diyen bir kişiye "Sakın azaltmayın, ölçülü olmak felaket bir şeydir, 'Yeteri kadar' sade bir öğünse, 'doyasıya' bir ziyafet sofrasıdır). Dorian'ın aklına gelen fikirlere itiraz edecek bir mercii zaten yok, Lord Harry'in görüşlerine ise ortamdaki kimse muhalefet etmiyor. Böylece bu fikirler ortalıkta doğru ve çekici fikirler olarak gezinip duruyor. Bu konuyla ilgili ben en şaşırtan şey romanın sonlarına doğru Lord Harry'in eski eşini özlediğini ve ne kadar sevdiğini söylemesi. Oscar Wilde burada acaba bu tür karşıt görüşlerin altında bir kal kırıklığı vardır diye düşünmemizi mi istedi bilemiyorum.
Dorian Gray'i hep portresi yaşlanan ama kendisi yaşlanmayan adam olarak hatırlarım (muhtemelen siz de öyle) ama aslında tek konu yaşlanma konusu değil bence. Esas konu haz, haz almak ve bununla ilgili hiç bir yük/etki taşımamak. Yani toplumda olumsuz olarak bilinen şeyleri yapmak bunlardan keyif almak ama ne fiziksel ne ruhsal hiçbir yük taşımamak gibi bir nokta var. Fiziksel olarak yaşlanmamak da bunu sonsuza kadar yapmak anlamına geliyor bence. Yorumum biraz fazla olabilir ama sevdiği kızın ölmesi, Dorian'ın bunun için başta vicdan yapıp sonra aldırış etmemesi ve bu sırada portrede değişiklikler olması bunu gösteriyor bence. Olay ruhun etkilenmemesi gibi.
Dorian Gray senelerce zevkü sefa içinde yaşar, ve 32 yaşına yani Oscar Wilde'ın bu romanı yazdığı yaşa gelir. O zaman'a kadar pek çok erkeğin ve kadının hayatını mahvettiğini öğreniriz. Hatta işlediği büyük günahlardan birini örtmesi için önceden tanıdığı bir adama şantaj yapar. Bir noktada önceki yaptığı "kötülük"lerin etkileri peşine takılır. Bunlardan korkar, kaçar. Fakat bir noktada dışarıda onu takip eden tüm karakterler ortadan kalkar, Dorian da tövbekar olur (Burada bence kitap biraz Suç ve Ceza temasına yaklaşıyor). Fakat Oscar Wilde bu noktada da Dorian Gray'e biraz sert davranıyor bence (veya ben tam anlamadım).
Her türlü çok ilginç ve güzel bir hikaye, Oscar wilde'ın eline de sağlık ama bir o kadar da onu sansürleyip basitleştirip herkesin okuyabileceği hale getirenlerin de :)
Dr. Jekyll ile Bay Hyde
Çok bilindik bir hikayedir, filmlere konu olmuştur. Kitabın ön sözünde yazdığı gibi aslında 83 sayfalık ve 10 bölümden oluşan ince bir kitabın dünya genelinde bu kadar bilinir olması gerçekten ilginç. Şu sıra konusunu bildiğim ama hiç okumadığım kitapları okumaya yöneldiğim için aldım kitabı. İyi ki de almışım.
Normalde hikayenin ana fikrini bildiğiniz zaman kitabı okumak biraz zor gelir. Kitabı okumamızı sağlayan biraz da sonunu merak etmemizdir. Bu yüzden ben okurken "yazar nasıl yazmış acaba" diye de baktım.
Bence yazarın kitap içinde gizem yaratma işini çok güzel yapıyor. Aslında kitapta çok da fazla karakter olmasa da insanda sürekli bir gizem hissi oluşuyor. Tabi burada anlatıcıya gelen mühürlü mektuplar, Jekyll'ın mirası vs. gerçekten insanda büyük bir merak oluşturuyor.
Konuyu önceden bilince tabi bu gizemler yazarın konuyu anlatma biçimi gibi geliyor insana. Ama beni asıl etkileyen Dr. Jekyll'ın en son bölümde başından geçenleri, Hyde'a karşı hisleri, Hyde'ın kendisi ile hislerini anlattığı bölüm oldu. Konu bir filmde izlenebilir ama Jekyll'ın hikayesini ve iç çekişmesini kendi ağzından dinlemek ancak kitaplarda olabilir herhalde.
Satranç
Küçük bir şehirde birden beklenmeyen şekilde parlayan bir satranç dünya şampiyonu uzun bir gemi yolculuğuna çıkar. Diğer yolcular arasından kendisi ile satranç oynamak isteyenler ile bir kaç el oyun oynar. Son oyunda dünya şampiyonuna karşı takım olan yolculara bir başka yolcu eklenir ve maç beraberlikle biter. Böylece ana karakter Dr. B. kitaba dahil olur (Ana karakter dememin sebebi yazar önceki kitaplarında da ana karakteri sadece harf olarak belirtmesi).
Dr. B. 2. dünya savaşında farklı bir işkenceye maruz kaldığını anlatır. Askerler onu yakalayıp boş bir otel odasına koyarlar, fiziksel şiddet olmasa da tek başına odada sıkılmak ve kafayı yememek için uğraşır. Derken bir satranç kitabı edinir ve o kitaptaki oyunları akıldan oynamaya başlar. Kitaptaki oyunları ezberden oynamanın heyecanı kaçınca kendi kendisine kafadan satranç maçı yapmaya başlar. Ve sanırım işte bu noktada hafiften kafayı çizmeye başlar.
Boşluk, meşgul olunacak bir şey olmamasının nasıl bir işkence olabileceğini bu kitaptan sonra bir kez daha net anlamış oldum. (Bu konuda önceden de düşünmüşlüğüm vardır). Bununla birlikte aşırı zihin faaliyetlerinin yoruculuğu ve yıpratıcılığını da fark etmek mümkün. Son maçta dünya şampiyonu aşırı yavaş hareket eder, bizim Dr. B. 'de sürekli olası hamleleri hesaplar ve bu onu hatalı bir davranışa iter. Bu aslında Dr. B. nin sakin kalamaması ve zihnini boş bırakmaya tahammülü olmadığını da gösteriyor. Bazen herkes böyle olabiliyor bence.
İvan İlyiç'in Ölümü
Babamın vefatından bir süre sonra annemle okuduğumuz kitaplar ile ilgili sohbet ederken. Annem "elim İvan İlyiç'in ölümü" kitabına gitti yeniden okudum demişti. Ben de o sıra okuyayım demiştim. Aradan bir süre geçtikten sonra okuyabildim.
Adından da anlaşılacağı üzere İvan İlyiç isimli kişinin ölümünü anlatıyor kitap. Kısa bir kitap, İvan İlyiçin hayat hikayesinin ardından son günleri anlatılıyor. İvan İlyiç'in aile hayatı, iş hayatının özetlendiği bölümler ilgi mi çekti. Karısı "dırdır" yapmaya başlayınca işine daha bir sarılıyor olması ilginçti.
Kitabı okuduktan sonra, Tolstoy böyle bir kitabı neden yazmış olabilir diye düşündüm. Tolstoy 1810 doğumlu bu kitabı da 1886'da yazmış. Yani İvan İlyiç'in öldüğü yaştaymış yazarken. Muhtemelen yaşadığı bir sağlık sorunu üzerine ölüme yakın hissedip yazmış olabilir. (Ben de kitabı okurken bel ağrısı çekiyor ve sağlık durumumla ilgili endişeliydi o yüzden biraz yakın hissettim.) Kitap boyunca hayatından mutlu olan İvan İlyiç son günlerinde bir soruya takılıyor "Acaba doğru bir hayat yaşadım mı?". Yazar bu konuyu çok göze batacak şekilde abartmamış ama bence ana tema buydu. Yani ölüm yaklaşınca girilen bir hesaplaşma duygusu. Bir kaç sene evvel bir arkadaşımla konuşurken "ben yaptığım hiçbirşeyedn pişman olmam" demişti. O sırada böyle düşünmek gerektiğine dair videolar da izlemiştim. Bana da çok uzak gelmişti bu fikir açıkçası. Bir insan yaptığı bir şeyin doğru olup olmadığını nasıl sorgulamaz ki ? diye düşünmüştüm. Belki de insan yaş ilerleyip belli bir olgunluğa gelince bu tür şeyleri sorguluyordur. O yüzden belki de "ben yaptıklarımdan pişman olmam" diye bir kişi henüz hesaplaşma duygusuyla karşılaşmadığı için böyle düşünüyor ve zamanı gelince böyle bir hesaplaşma içine girecek olabilir.
İvan İlyiç'in hastalığı ile ilgili bazne kendini çok umutsu hissetmesi, bazen hastalığının iyileştiğine dair düşünceler gelince daha umutlu olması. Bu iniş çıkışlar da çok güzel tarif edilmiş bence.
Yine de ölümle ilgili bir kitap olduğu için insanın içi biraz kararıyor.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu
Ünlü roman yazarı R. üç günlük dağ yolculuğundan döner. 41. yaş gününde kendisine bir mektup gelmiştir.
“Tanımadığı huzursuz bir kadının telaşla yazdığı bu mektup on dört sayfa kadardı”
Mektup şöyle başlar : “Çocuğum dün öldü ...”
Kitabın devamı kadının mektubunu içeriyor.
Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesini okuyup çok beğendikten sonra "Hatıraların Masumiyeti" kitabından haberdar olmuştum. Bu kitapta Masumiyet Müzesinin kadın karakterinin en yakın arkadaşı ortaya çıkar ve geçmişten bahseder. Bu kitabın varlığıdan haberdar olunca çok heyecanlanmıştım çünkü Masumiyet müzesi erkak karakterin gözzünden konuyu anlatırken kadın karakterin iç dünyasına pek girmezdi. Aynı hikayeyi kadın karakterin gözünden okuyacağımı düşünerek kitabı almıştım ama hayal kırıklığı olmuştu. Beklediğim detaylar hiç verilmemişti, hatta bunun üstüne "Orhan Pamuk kadın gibi düşünemiyor veya kadın ruhunu o kadar iyi tanımıyor demekki" gibi bir yorum yapmıştım. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu kitabı ise bir kadının göünden yazılmış, erkek olarak ne kadar doğru değerlendirebilirim bilmiyorum ama bana çok sahici geldi. Stefen Zweig 'ın hayat hikayesi ilginç biraz. En sonunda eşiyle birlikte intihar etmiş. Belki de bu birliktelik Stefan Zweig'ın kadın gözüyle konulara bakmasına yardımcı olmuştur.
Eylembilim
Annem "ilgini çeker bak senin gibi bir akademisyenin hikayesi" diye okumam için verdi. Olay üniversitelerin çok karışık olduğu bir dönemi anlatıyor. Açıkçası yaşanan olaylar bana tarih öncesi gibi geldi. Şu an üniversiteler çok farklı yerler (neyseki). Ama Oğuz Atay'ın karakteri ve olayları anlatışnı çok sevdim. Olayları anlatırken konudan konuya atlayışı, bir konu üzerinde bir görüş belirtip hemen sonra zıt görüş yazması bana çok tanıdık geldi. Adeta bir akran bulumuşum gibisevindim ve rahatladım. Zira ben de genelde böyle daldan dala atlarken buluyorum kendimi.
"Bir insan özellikle benim gibi bir insan ne zaman yazmaya başlar ? Daha doğrusu, ne zaman onun için yaşadıkları, hissettikleri, düşündükleri artık ifade etmekten kaçınamayacağı bir yoğunluğa ulaşır?"
"Büyük bir acı, belki bir aşk, belki de çok başka bir sarsıntı sonucu insan kendisini önemli bir kararın öncesinde, belirsiz de olsa, yaklaşan bir değişimin huzursuzluğu içinde bulabilir"
Konferans salonunda göz göze geldiğim kızı hatırladım, yüzüme bir gülümseme geldi. Eşimle televizyon izliyorduk. Eşim izlediğimiz şeye güldüğümü düşündü ve o da gülümsedi. İnsanlar birbirlerini ne kadarda anlamıyor (Allahtan da anlamıyor).
Olağanüstü Bir Gece
Baron Friedrich Michael von R isimli karakterin bir savaş meydanında ölmesinden sonra ofisinde bulunan notlar olarak üzerinden başlıyor hikaye.
ailesini erken yaşta kaybetmiş ve kalan mirasla rahat bir hayat siren kahramanımız tam da kontrollü ve bilinçli olmadan bir hırsız gibi hissetmeye başlar kendini
Kahramanımız içindeki donukluğu şöyle tanımlar "en yakın arkadaşımın cenaze töreninde aklımla kendimi zorlamama rağmen içimde bir duygu oluşmamıştı"
Burada bir kırılma yaşanır ve kahramanımız dünya ile bağlantı kurmaya başlar. Öncekine göre farklı bir kişi olarak görmeye başlar kendisini.
Daha önce Stefan Sweig'ın İstanbulûn fethini anlattığı bir kitabını okumuş ve kendisini tarihçi sanmıştım. Daha sonra emekli bir hocamızın bir toplantıda tavsiyesi üzerine seriyi alıp okumaya başladım. Diğerinden oldukça farklı bir kitaptı.
Kırmızı Pazartesi
Orijinal adının Türkçesi kitabı çok güzel özetliyor aslında "Önceden Bildirilen Bir Ölümün Tarihçesi"
Kitap Santiago Nasar isimli gencin öldürülmesi öncesindeki 8-10 saati anlatıyor kitap
Santiago Nasar'ın bir arkadaşının ağzından yazılan kitapta yazar aradan seneler geçtikten sonra farklı kişilerle konuşup olayın bütününü anlamaya çalışmış ve bize aktarıyor.
Ben ilk olarak İsmail Saymaz ve Cüneyt Özdemir'in yorumlarında duymuşum bu kitabı. Herkesin bildiği ama kimsenin bir şeyler yapmadığı durumları anlatmak için örnek olarak kullanıyorlardı. Gerçekten güzel bir örnek bu konunun altını çizmek için.
Kolombiya'nın sakin bir kasabasında geçiyor hikaye, okurken çocukluğumu geçirdiğim Kınalıada sokaklarını hayal ederek okudum.
Yerel kültür ve insanlara ait birçok detay var ama gerçekten "Biz bu kişiyi öldüreceğiz" diye konuşan kişilerin ve bu sözü duyan kişilerin verdiği/vermediği tepkiler, çelişkiler çok güzel anlatılmış. Bu yönüyle biraz Suç ve Ceza kitabını ve Raskolnikov'u anımsattı.
Benim Adım Kırmızı
Çok dar bir edebiyat kültürüm olduğundan olabilir ama Orhan Pamuk'un hikayeyi anlatış biçimine hayran oldum. Her bölüm farklı kişinin gözünden anlatılıyor. (Daha sonra bir edebiyat öğretmenine sordum böyle bir yazım tekniği varmış O.P. bulmamış)
Ama yine de ölmüş kişilerin gözünden anlatımlar, bir resmin gözünden anlatımlar var gerçekten büyülendim diyebilirim.
Kimin hikayesi bu diye özetle denirse tam böyle bir kişinin hikayesi gibi değil. Belki Kara'nın hikayesi denebilir.
Minyatürlere bakıp "ya bir ressam önce eserine sonra dışarıdaki hayata bakmaz, bu kadar gerçeği yansıtmayan bir eser nasıl ortaya çkartılır" diye düşündüğüm olmuştu. Bunun sebebi ve daha fazlası kitaptan anlaşılıyor zaten. Hatta bizim resim olarak bildiğimiz şeyin Osmanlıda nasıl algılandığı üzerine bir kitap bile denebilir belki.
Kitabın ilk yarısında çok etkilenmiştim ama sonlara doğru bu biraz normale indi. Bence orhan Pamuk'da eserini farklı dönemlerde yazmış olabilir. İlk başta aslında operasyonel olarak kitapta olmasa da olabilecek ama okuması çok keyifli ve muhtemelen OP'nin de yazarken çok keyif aldığı bölümler varken ikinci yarı bana biraz daha "artık bitirelim bu kitabı" der gibi yazılmış gibi geldi.
Özellikle Orhan Pamuk'un bu kitabı yazarken ölüm üzerine düşündüğü, okuduğu ve uğraşıp yazdığı anlaşılıyor. O bölümler ayrıca çok etkileyici geldi bana
iki ufak not: Kitap çok uzun olmasına karşın kolay okunuyor (çok kolay diyemem) bunun temel sebebi Orhan Pamuk'un kısa bölümler halinde yazması ve hikayedeki kişi sayısının az olması bence.
Aklını En Doğru Şekilde Kullan
Bir arkadaşımın önerisi üzerine okuduğum bir kitap. Aslında bir bilimsel çalışmanın sonucu.
Farklı alanlardan örnekler ile "Growth Mindset" ismi verilen düşünce yapısının ne olduğu ve etkileri anlatılıyor.
Growth Mindset insanın çabaya ve gelişeme odaklanması gerektiğine odaklanan bir düşünce biçimi. Yazar en başta herkesin dünyaya aynı şartlarda gelmediğini dolayısıyla insanların elde ettiği sonuçlar üzerinden bir değerlendirme yapmanın doğru olmadığını bunun yerine gösterilen çaba ve kaydedilen gelişmeye odaklanmak gerektiğini belirterek kavramı açıklıyor.
Örneğin çocuklarımıza neden "sen çok zekisin" dememeliyiz konusunda şu paylaşımımda detaylı açıklama var. https://itu-edu-tr.zoom.us/j/92016319050?pwd=ck5mNFJ4V290N3lpSlB6YzltR2JKQT09
Kitaptan aklımda kalan diğer bir örnek ise Micheal Jordan ile ilgili. Zamanının en iyi basketçilerinden biri olan Micheal Jordan'ın ilerleyen yaşına rağmen zirvede kalmak için nasıl uğraştığını, yeni yollar bulduğunu, fiziksel olarak gerilese bile deneyimini nasıl kullandığını anlattığı bölüm.
Not: Çevirisi bozuktu ama yine de konu anlaşılıyor. Umarım ilerideki basımların Türkçe açıklamaları daha iyi olur.
Kar
Ka isimli şairin Kars'da yaşanan türbanlı kızların intiharlarını araştırmak üzere Kars'a gitmesiyle başlayan bir hikaye
Roman 2002'de yani Türkiye için önemli bir politik değişimin yaşanmasından hemen önce yazılmış. Belki de Orhan Pamuk'un "Eski Türkiye" ile ilgili dertlerini anlatmak zorunda kaldığı ve kendi mahallesini üstü kapalı biçimde ama çok güzel bir şekilde eleştirdiği bir kitap.
Ka'nın birden gelen ilhamla şiir yazması, gençlik aşkını görünce yaşadığı canlılık hissi, karla kapanan yollar, dünyadan kopuk Kars şehrinde yaşanan ilginç olaylar. Kitap hakkında ipucu vermeden aklımda kalanları böyle özetleyebilirim.
Orhan Pamuk'un "Cami Balkonu" ile başlayan bir cümle yazdığı kitabın bu olduğu idda ediliyor. Bunu idda eden İlber Ortaylı olunca ben de sorgulamadan inanmıştım. Şu an Orhan Pamuk'un hiçbir kitabında böyle bir cümle yer almıyor. İlber Ortaylı'nın iddası kitabın ile baskısında yazdığı şeklinde ama bunun doğru olmadığını söyleyenler de var. Bu konuda bulabildiğimen detayli kaynak: https://www.malumatfurus.org/orhan-pamukun-bir-kitabinda-imamin-ikindi-namazi-saatinde-cami-balkonundan-ezan-okudugunu-aktardigi-iddiasi/
Veba Geceleri
Masumiyet Müzesi
Hatıraların Masumiyeti
"Benim adım Ayla, Füsun'un arkadaşıydım. On bir yıl ona komşu yaşadım.."
Bu cümleleri okuyunca aşırı heyecanlanmıştım. Masumiyet Müzesi'nin kadın karakteri Füsun'un komşusu ortaya çıkıyordu ve belkide hikayeyi Füsun'un gözünden dinleme fırsatımız olacaktı.
"Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu. " diye yazmıştı Masumiyet Müzesi'nin baş karakteeri Kemal Basmacı. Acaba o anı Füsun nasıl anlatmıştı arkadaşına? Bunu çok merak etmiş ve böyle bir devam kitabını da çok yaratıcı bulmuştum. Ama kitap beklediğimi vermedi. Belki de ben çok fazla şey ummuşumdur. Füsun'un duygusal dünyasına dair pek birşey bulamadım kitapta, öyle olunca da biraz hayal kırıklığı olmuştu. Ama olsun bence yine de aynı hikayeyi ötekinin gözünden anlatmak çok güzel bir fikir.
Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoför
Bir arkadaşımın hediyesiydi bu kitap. Yoksa haberim olmazdı muhtemelen.
Küçük ve bağımsız hikayelerden oluşan bir kitap.
Yazar aslında karikatüristimiş. Karikatür nasıl dar bir alanda pek çok şey anlatır hikayeler de biraz karikatürlerin edebi versiyonu gibi gelmişti.
Hikayeler genelde çok kısa bir tek son hikaye biraz uzundu. Cehennemde bir arayış yapan bir kişinin hikayesiydi, ilginç gelmişti.
Mastermind - Sherleck Holmes Gibi Düşünmek
Renklerle İnsanları Tanıma Kılavuzu
Verdiğim bir ders için hikaye tadında bir vaka yazmıştım. Bir derste vak'adaki bir karakter hakkında bir öğrenci "bu kişi tam bir sarı" diyince anlamamıştım. O ne diye sormuş ve bu kitabı öğrenmiştim. Hızlıca edinip okumuştum. Asıl amacım insan profilleri hakkında bir bakış açısı yakalayıp vakayı zenginleştirmekti.
Hatırladığım kadarıyla bilimsel temelleri de olan bir çalışma bu kitap. Ardından yazar kendi deneyimiyle insan profillerini açıklıyor.
Gerçek hayatta tanıdığınız kişilerin renk kodları ile eşleştirme yapılabiliyor ama tabi insan o kadar da kolay tanımlanabilen bir varlık değil. Bu açıdan bir basitleştirme yapılmış.
Literatürde bambaşka insan profilleri içeren çalışmalar da varmış. Hatta sanırım piskoloji de yoğun çalışmalar var.
Kitap daha pratik bir bakış açısı sağlıyor diyebilirim.
Babamın Bavulu
Orhan Pamuk'un farklı senelerde aldığı ödüller sırasında yaptıkları konuşmalardan derlenen bir kitap.
Roman'dan çok Orhan Pamuk'un dünya ve Türkiye görüşlerini içeriyor.
Beni en çok etkileyen babasıyla olan bir anısı oldu. Babası (Gündüz Pamukla araştırma görevliliği yıllarımda tanışmıştım) bir gün Orhan Pamuk'a bir bavul getirmiş ve "bunlar da benim zamanındaki yazılarım bir bak bakalım" demiş. Orhan Pamuk'un bu konuyla ilgili çelişkileri oldukça ilginç gelmişti. Çünkü muhtemelen o yazıları yazmak için Gündüz Pamuk ailesini bırakıp Paris'te yaşamış bir süre.
Babamın Yeri
Bir Kediyi Terk Etmek
Haruki Murakami'nin babasıyla ilgili anıları ve geçmişe yönelik incelemelerini içeriyor.
Neden böyle bir bölüm açtım ve neden bunları yazıyorum?
Sanırım bir iki sebebi var. İlki bazen kitapları okuduğumu hatırlıyor ama içeriğini hiç hatırlamıyorum. Ama o zaman kitap zaten okunmamış gibi oluyor. Bu yüzden hem kitap resimleri hem de içerikleriyle ilgili kendime not alıp baktığımda hatırlamak istiyorum. İkinci olarak, bir kitabı okuduğumda aklıma fikirler/yorumlar geliyor bunları not etmek için bir vesile oluyor. Denebilir ki "niye yayınlıyorsun o zaman?" çok net cevabım bilgisayarımda o kadar çok konu ve dosya var ki muhtemelen webde yayınlamazsam dosyaları kaybedebilirim. Üçüncüsü, uzun seneler bir kitaplık sahibi olmak ban hiç anlamlı gelmemişti. Kitabı okursun ve aklında kalan iz önemlidir diye düşünmüştüm. Hala da benzer düşünüyorum ama insan birinci maddedeki gibi insan unutunca zaten okumamış gibi oluyor. O yüzden hiç değilse kendime sadece hatırladımlarımı içeriyor da olsa dijital bir kitaplık yapmak iyi bir fikir gibi geldi. Dördüncüsü, belki seneler sonra çocuklarım büyüyünce, veya sevdiğim arkadaşlar daha yakın zamanlarda, bu sayfayı bulurlar ve beni bu yönüyle de tanıma şansı bulurlar. Belki aynı kitapları okurlar sonra benim düşüncelerimle kendilerininkini karşılaştırırlar, belki üzerine konuşuruz fln. Sonuçta aynı şeye bakıp neleri görüp hatırladığımız da insana ait önemli detaylar verebilir.